Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Buğrahan Karaman

Türklük ve Sanat

Türklük ve Sanat

Bu çalışmamızda “Türklük ve sanatın” ne olduğunu, bu iki kavramın bir biri  üzerindeki etkileşimlerine kısaca değineceğiz. Sanat, insanoğlunun var oluşundan beri hayatlarının her kademelerinde uyguladıkları bir olgudur. Sanatı olmayan ulus yoktur. Nitekim ulus olmayan toplulukların da sanatından söz edilemez. Sanat, eski çağlardan beri imparatorlukların, devletlerin ve milletlerin gelişmelerine, güçlerine ve siyasi hamlelerine doğrudan bağlıdır. Siyasi hayatlarında iyi işler başarmış olanların sanatı da gelişmiştir. Siyasi hamleleri kötü  ya da hatalı olanların  sanatı  ise ilerlememiş ve gerilemiştir.

Türkler, Orta Asya’dan başladıkları yolculuklarından itibaren günümüze dek sanatla iç içe olmuşlardır. Sakalar, Hunlar, Göktürkler gibi konar-göçer politikalara sahip olan devletler sanatını da bu hamlelerin neticelerinde geliştirmiştir. Kurganlar, balballar, at koşum takımları, yaylar-oklar, sadaklar, kılıçlar-kılıç kabzaları, halılar, kilimler, çadırlar gibi nesneler Türklerin sanatını konuşturdukları unsurlardan bazılarıdır. Türklerin ilk zamanlarda yaylak-kışlak ya da göçebe oldukları dönemlerde, resim ya da mimari faaliyet geliştirmeleri söz konusu değildir. Yaşama tarzı ve yaşam koşulları da sanatı daima şekillendirici önemli bir unsurdur.

Uygurların Maniheizm, ya da Budizm gibi dinlere geçmeleri önce toplumsal yaşam koşullarını daha sonra da sanatlarının değişmesine neden olmuştur. Göçebeliğe veda etmek zorunda kalan Uygurlar, eski dinlerinin liturjilerini bırakıp yeni dinin gerekliliklerine odaklanmışlardır. Yeni dinleri konar-göçer gibi sosyal yaşam anlayışla bağdaşmıyordu. İnsanlar artık belirli topraklar üzerinde yaşayıp yeni dinin gerekliliklerine bağlanıyorlardı. Savaşmak ve et yemek de yasaktı. Böyle durumlar karşısında Uygurlara da yeni sanat anlayışı gerekli idi.

İlk önce Bin-Buda mağaralarında Uygurlar yeni dinlerinin etkileriyle resim sanatına dahil oldular. “Uygur Duvar Resmi” ya da “Uygur Minyatürleri” bu yeni dinin etkisi ile şekillendi. Hatta bu resim sanatı, ileride kitap resmi ile ilgilenen bütün Türk devletlerini etkisi altına alacaktı. Uygurların resim üsluplarında pek tabii Çin sanatı ve insan betimlemeleri hakim oldu. Nitekim Uygurların din değişmelerindeki en büyük etki de zaten Çin’di. Uygurların kitap resimlerinde insan tiplemeleri ve insan anatomileri Çinlileri andırıyordu. Günlük yaşamdan ya da dini sahneleri işliyorlar, böylece okuma ve yazma bilmeyenler de kitap resimlerinden kitaplarda ne olduğunu kısmen anlıyorlardı. Kitapların gelişmesinin bir nedeni de kendileri ahşap harf kabartmalar ile matbaacılık da yapmışlardı.

Uygurların yeni din şekillenmeleri mimariye de yansıdı. Bu yeni din ibadet istiyordu ve ibadet bir mekanda yapılırdı. Kendilerine has kubbeli tapınaklar inşa ettiler. Uygurların sanatı ilerideki diğer Türk devletlerini etkilemiştir. Şöyle ki; Uygurların inşa ettikleri bu kubbeli tapınaklar ileride anılacak olan ve yalnızca Uygurlara has olan “Kubbeli Uygur Tapınakları” oldu. Bu tapınaklarda kubbeye geçiş ögesi birçok ters-düz, yan yana olan üçgenler vasıtasıyla gerçekleşti. Bu üçgenlerin adı “Türk Üçgen’i” idi. İslam öncesi ve İslam sonrasında bu üçgenler çokça Türkler tarafından kullanılmıştır. Uygurların mimariye kazandırdığı bu teknik ve terim yüzyıllarca Türk devletleri tarafından kullanılmıştır. Bugün de bu terim literatüre Türk Üçgen’i olarak geçmiştir.

Karahanlıların İslamlaşmasıyla dini mimari yeniden şekillenmiştir. Artık bu devlet yeni yapı malzemesiyle kerpiçten tuğla malzemeye geçmişti. Buhara’nın 40 km. yakınındaki Hazar şehrinde 9. yüzyılda yapılan Degaron Hazar Camii’nde kerpiç ve tuğla beraber kullanılmıştır. Bu caminin bir diğer önemi, İslam öncesinde Türklerin inanışında olan Kozmolojik eksenin yer almasıdır. Şöyle ki; Degaron Hazar Camii, Kozmolojik eksen benzeri şekilde merkezi mekan anlayışı ile yapılmıştır. Merkezi mekan geleneği ilerideki çoğu Türk devletlerinin dini mimarisinde kullanılmıştır. Merkezi mekan geleneği, Göktürklerdeki çadırın merkezinde yer alan, ana demiri ile bağlantılıdır. Her ikisi de Tanrı ile sembolik olarak bağlantıyı ifade eder. Degaron Hazar Cami, dokuz eş parçaya bölünmüş, her parça da kubbe ile örtülmüştür. Ayrıca Türklerde kubbe kullanılmasının bir önemi de Tanrı alemini simgelemek içindir. Kubbe bir nevi evrendir. Bütün her şey onun içinde kalır. Kubbe üstünde her şeyi izleyen ve bilen ise Tanrı vardır.

Karahanlılar yine büyük bir sanatsal faaliyet içinde ve yine kendisinden sonraki Türk devletlerini etkileyecek olan dini ya da pozitif bilimlerin eğitim ve öğretiminin verildiği medrese adlı yapı gurubunu başlatmıştır. Bunun yanında ilklere imza atarak yine kervansaraylar, türbeler yaptırmışlardır. Kervansaraylara, Karahanlılar Ribat adını vermiştir. Ribatlar, ileride İran ve Anadolu Selçukilerinde karakol ve kervansaray mahiyetinde kullanılmıştır. Görüldüğü gibi Karahanlılar bir çok mimari faaliyete öncülük etmiş, arkasından gelen Türk devletleri ise bu  mimari programları geliştirmiştir.

İran Selçukluları da daima sanat ile iç içe olmuş, mimari alanda büyük yenilikler gerçekleştirmiştir. Tuğla ile türbeler, camiler ve medreseler inşa etmişler, bu tuğlalar ile geometrik ve bitkisel bezemeler yapmışlardır. Türk çiniciliğinin gelişmesi yine bu dönemde olmuştur.

Artuklular, (11. yüzyıl) Anadolu’ya en son yerleşip, yıkılan ilk beyliklerden  biridir. Büyük taş bloklara şekiller vermiş, bu taşları kesme taş formuna sokup nice eserler ortaya çıkarmışlardır.  Silvan Ulu Cami ve Harput Ulu Cami Türk mimarisinin en  güzel örneklerinden birisidir. Yine kendileri mimariye katkı sağlayarak çok destekli olup, enine uzayan mimari anlayışı gerçekleştirmişlerdir. Bu tip İslam etkisi olsa da, mihrap önüne yerleştirdikleri kubbe tamamen bir Türk geleneğidir ve bu tip de ileride genişletilmiştir.

Mengücekliler, Sivas-Divriği / Erzincan-Kemah bölgelerinde kurulmuştur. Dünyada eşi ve benzeri olmayan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifasını inşa etmişlerdir. Unesco Dünya Miras listesinde ilk 10’un içinde yer alan bu yapı Türk mimari sanatının en önemli yapılarından birisidir.

İlhanlıların, Anadolu’da etkisinin artmasıyla mimariye bir yenilik çifte minarelerin gelmesiyle olmuştur. Çifte minareler, İlhanlılar tarafından üstünlük simgesi olarak yapılmıştır. Görülüyor ki sanatın simgesel ve etkisel bir dili vardır. Çifte Minareli Medrese (Sivas) İlhanlılar tarafından yapılmış olup, anıtsal ön cephesiyle dikkat çeker. Bezemelerin bolluğu ve gösterişi ile bunun yanında çifte minarenin etkisi Anadolu’da halen Moğolların atadığı İlhanlı valilerinin etkisini uyandırır.

Anadolu Selçuklularının, Türk sanatına da pek çok katkıları vardır. Örneğin; Kubadabat Sarayı’nın çinilerinde Türk tipi denilen tipte bir çok figür işlenmiştir. Yine mimaride de bir çok unsur yer almaktadır. Yapıların cephelerinde, taç kapılarında rozetler, kabaralar, hayvan tasvirleri, ( kuş, aslan, ejderha ) Hayat Ağacı tasviri gibi bir çok simgesel figürler kullanılmıştır. Hayat Ağacı motifi İslam öncesinde gelen Kök Tengri geleneği ile bağlantılıdır. Ayrıca bu dönemde medrese tipolojisi gittikçe çoğalmış ve daha da iyi şekillenmiştir.

Osmanlı Devleti ise son dönem Türk Sanatının en önemli zamanını oluşturmuştur. Son dönem dememin sebebi, Cumhuriyet dönemi mimarisinden sonra yeni dönem diye adlandıracağımız bir Türk sanatının olmamasıdır. Türklerin her döneminde uyguladıkları birçok sanat hareketi varken günümüzde bir sanat faaliyeti maalesef yoktur. İnsanlarımız bugünlerinde yarın tarih olacağını bilmeden yaşıyorlar. Korkarım ki ileride günümüz için  üzerinde çokça durulacak, ünik birer örnek teşkil edecek bir mimari, bir tablo, bir heykel sanat anlatısı olamayacaktır. Belki de bu günler bir geçiş ya da ara dönem diye tabir edilecektir. Sanat, iktidarın görüntüsünün yansımasıdır. Zira günümüzün siyasileri sanat yaptırımlarında estetik bir bakış açısına sahip değildir. Bunun yanında yeni bir sanat anlayışı olmadığı gibi elimizdeki tarihi eserlere de sahip çıkılmamaktadır. Bu bazen bilerek bazen de yanlış yapılan restorasyonlar sonucunda gerçekleşmektedir.

2024 yılına ulaşmış bir milletin camisinde, okulunda, hastanesinde günümüze uygun estetik bir kaygı bulunmalıdır. Yeni yapılan camiler plan özellikleri bakımından betonlaşmış birer Osmanlı dönemi tekrarlarıdır. Estetik anlayıştan yoksun, çarpık kentleşme, yüksek binalar ve şehirlerin sıkışıklığı bizlerin ömrünü kısaltır. Mimari olarak yerimizde saydığımız bu çağın, ileride bir duraklama devri olacağı muhakkaktır.

Osmanlı Devleti kurulduğu zaman kendi sanatının baniliğini  üstlenmeye hemen başladı. Daha sonraki yüzyıllarda medeniyet güneşi olacak, kültürü ve sanatı doruğunda yaşayacaktı. Kendisine has bir sanat geliştirmiş olup bu sanatın birçok kolunda aktif olarak bulunmuştur. Kitap resimlerinde, dokumacılıkta, ciltçilikte, mimaride, son dönemde duvar süslemelerinde, altın işlemeciliğinde ve savaş aletlerini bezemede büyük ustalıklı eserler vermişlerdir.

Osmanlı sanatının, Türk milli sanat anlayışı içinde vermiş oldukları yenilikler Batı sanatı ile karşılaştırıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Osmanlı Mimarisi 3 dönemde incelenir. İlk dönemde arayış içinde olan Osmanlılar, “Ters T Planlı Camiler ( Tap Haneli Cami )” yaparken, ikinci dönem olan “Klasik Dönem’de” doruğa ulaşmışlardır. Kayseri Ağırnaslı Mimar Sinan ise bu dönemin en önemli mimari eserlerini yapmıştır. Son dönemde ise Osmanlılar Batı’nın Barok anlayışından etkilenmiştir. Bu etkilenme salt olarak olmamış, almış oldukları yenilikleri kendi bünyelerinde tek potada eritip uygulamışlardır.

Cumhuriyet Dönemi Mimarisi ise, gelişen bağımsızlık ve ulusal anlayış ile Mimar Kemalettin’in öncülüğünde gelişmiştir. Anıtsal görünümde taş bloklar ile yapılan yapılar şehirde ilk önce tren garlarında, ardından valilik ve belediye binalarında, daha sonra da banka ve diğer işletme yapılarında göze çarpmaktadır.

Sanat, Türklerde daima yaşamış ve bütünleşmiş bir olgudur. Günümüzde uygulanan ya da uygulanabilecek milli bir sanat anlayışı yoktur. Bunun sebebi sanatsal olarak arayışta bulunmayışımızdır. Sanat toplumları geliştiren yükselten önemli neticelerden birisidir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk sanat hakkında şöyle demektedir:‘‘ Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir.’’ sözü sanatın ne kadar önemli olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır.

Sanat bir milleti yaşatan, onu dünyaya duyuran büyük bir öncüdür. Yine sanat kendini toplumdan soyutlayamaz. İçinde doğup büyüdüğü milletin acılarını, kederlerini, sevinçlerini ve milli hasletlerini yaşatmak zorundadır. Nasıl ki dünya sanatından etkilenmek doğal ise bizim de dünyayı etkileyecek bir sanatımız elbette olmalıdır. Sanat canlıdır. Gerekli etkileşimler tutulmaz ise ölmesi de doğaldır.

Bizler Türkçü olduğumuz için elbette ki sanatımız da Türkçü olacaktır. Cumhuriyet dönemi resim sanatçıları ulusal duygular içindeydi. Örneğin; Mecliste Türk Kadını adlı tabloyu resmeden Melek Celal Sofu ya da I.Cihan Harbi’nden sonra Atatürk’ün portresini yapıp bizzat Atatürk’e bu tabloyu hediye eden Mihri Müşfik Hanım gibi isimler vatanperver insanlardı.

Türk tarihinden kısa kısa alıntılar yapmaya çalıştığımız bu konu elbette ciltler kadar yer tutar. Birçok Türk devletlerinden ve beyliklerinden bahsedilmemiştir. Bu makalede önemli olan husus; sanat ve Türklüğü birleştirmek, çağımızda sanatta milli duyguları yaşatıp ‘‘Milli Sanat anlayışını ortaya çıkmasını anlatmaktı.’’

Yarının Türkçü Türkiye’sinde her şeyimiz Türkçü olacağı gibi sanatımız da Türkçü olacak ve “Türkçü Sanat” yapımını ve yaptırımını ortaya koyacağız.

Mısak-ı milliyi coğrafyada çizdiğimiz gibi tablosunu da yapmalıyız.

 

Buğrahan KARAMAN

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER